16 Ekim 2017 Pazartesi

''Derdi olan neylesin?''









Bu saatte Nurettin Münir Selçuk dinlemenin verdiği bir halet-i ruhiye olsa gerek insanın içini açıp, sohbet etme, dertleşme isteği... En önemli yolculuklardan biridir insanın kendine ve içine olan yolculuğu.. Çünkü derinlerde kendisinin bile korkudan yüzleşemeyeceği gerçekler vardır...
Hikaye bu ya, Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. Bu sırada kaldığı otağda görevli Mısırlı bir hizmetçi kız vardır ki, Selim Han sabah çıkınca, gelir, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gider… Akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına döner…

Bu kız sultanı görür görmez âşık olur. Lâkin platonik bir aşktır bu!.. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı, diğer tarafta basit bir hizmetçi… Ama gönül ferman dinlemiyor ki… Kızın aşkı dayanılmaz seviyeye ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Padişaha açılmaya karar verir. Yalnız aradaki uçurumu düşününce koca sultanın karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamaz. Düşünür, taşınır ve bir yazıyla ilân-ı aşk etmeyi planlar. Bir not yazarak Selim Hanın yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: 
“Derdi olan neylesin?”
Akşam gelince notu gören Selim Han, bunun, çadırını süpüren hizmetçi kıza ait olduğunu anlar. Dünyayı sallayan sultan, bu kızcağızın temiz sevgisine saygı duyar ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:

“Derdi neyse söylesin.”

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Kız temizlik için çadıra geldiğinde kaparcasına kâğıdı alıp heyecanla okur. Sultanın cevabından cesaretlenir ve kâğıdı çevirip önceki notunun altına şu cümleyi ekler:
“Korkuyorsa neylesin?”

BÖYLESİ BİR AŞK NASIL SÖYLENİR…

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: “Hiç korkmasın söylesin!”
Sabah bu cevabı okuyan kız artık kararını vermiştir! Aşkını o akşam halifeye söyleyecektir. O gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip beklemeye başlar…

Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce kız hemen ayağa kalkar. 

Selim Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum” deyince, kız bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle “Efendim…” der. “Köleniz…” ve cümlesini tamamlayamadan “!” diye feryad ederek yığılıp kalır ve ruhunu teslim eder. 

Selim Han da çok hislenmiştir. Gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

- Gerçek aşkı şu kızcağızdan öğrenin.
Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür…
Vuslat bilemem ki hangi rüyalarda,
ayrılıktan şimdi üşür durur eller…

Nedir aşk? Makuliyet mi? Şartların ve standartların denk olması mı? Davulun bile dengi dengine olması gibi. Yaşı yaşına, boyu boyuna huyu huyuna, ailelerin ve maddi anlamda her durumun eş olmasa da denk olması... Hiç sanmıyorum.

Aşk, hem en büyük devrim hem de en büyük yıkımdır. Hem huzur hem de huzursuzluktur. Bütün paradigmalarını, inançlarını, standartlarını ve inanışlarını yıkar insanın. Tozu dumana katar ve her ne varsa yok eder hiç olmamışçasına. Akıl ve akla ait ve makul olan ne varsa artık olmayıverir...

Kafamda hayata, yaşamaya, sevmeye dair her ne varsa, her türlü makuliyeti yıkan o muazzam aşk... Bu yalnız bir kere olabilir insanın hayatında. Bir paradigma bir kere yıkıldıktan sonra, o insanın ufku açıldıktan sonra daha ne o insanı ve fikriyatını alt üst edebilir?...

O yüzden, eğer onu bulduysanız, peşinden koşun onu asla  bırakmayın demeyeceğim kesinlikle. Peşinden koşmak yerine dolu dolu yaşamaya bakın... Sarılmaktan, öpüşmekten bir şeyler yaşamaktan bahsetmiyorum.. Dokunmaya hatta ve hatta gözlerinin içine bakmaya bile kıyamayın gerekirse... Onu uzaktan sevip hep güzel hatırlayın. Biliyorum en zoru budur...   

İnsanız sonuçta .. Bir de birlikte olduğunuzu, bir kere de olsa birbirinize bağırdığınızı ve hatıranızdaki o güzelliğe leke bulaştırdığınızı düşünün.. Ne acı olurdu...

Ezcümle... Halim budur. Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli... Müşkül bir durum lakin kimseye etmem şikayet... Büyük dert.. Şimdi söyle bana:

''Derdi olan neylesin?''


''Vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut?''

Uzun zamandır yazmıyordum. Laf olsun diye ya da sırf bir şeyler yazmış olmak için yazmak bana göre değil zira... Eski moda insanım benim. Defter, kalem usulü karalamak daha çok bana göre. Gel gelelim  gecenin 3.30'unda beni yazmaya iten nedene..


Vakti zamanında Osmanlı padişahları, tebdil-i kıyafet yapıp halkın içine girer ve insanlarla konuşup onların dertlerini dinlermiş. Halk onlardan razı mı yoksa şikayetçi mi araştırırlarmış. Mahkeme-i Kübra'da İlahi Adalete hesap verme hassasiyetiyle...

Rivayet budur ya, İkinci Mahmut Han da bir gün böyle tebdil-i kıyafetle saraydan ayrılır. Yolu bir kahvehaneye düşer. Yaşlı çaycıya herkesin ''Tıkandı Baba'' diye hitap ettiğini görür ve bu lakabın nereden geldiğini sorar.

Çaycı, hikayesini şöyle anlatır:
Bir gece rüyamda gürül gürül akan çeşmeler gördüm. Birisi iyi akmıyordu. ''Bu kimin?'' diye sordum, ''Senin'' dediler. ''Mademki bu çeşme benim'' diyerek daha iyi akması için yerden bulduğum bir çubukla açmaya çalıştım. Çubuk kırıldı, su hiç akmaz oldu.. İşte bu rüyamı komşulara anlatınca, adımız ''Tıkandı Baba''ya çıktı...

Sultan Mahmut Han, oradan ayrılırken vezirine, ''Bu adama bir ay boyunca her gün bir tepsi baklava gönderin. Her dilimine de bir altın yerleştirin!'' diye talimat verir..

Ertesi gün baklava gelir. İhtiyar çaycı, ''Baklavayı satayım da üç beş kuruş kazanayım'' diye düşünür. O arada gördüğü bir Yahudi baklavayı rayiç fiyattan daha aşağıya alır.Yerken altınları görür. Yahudi bir şeyler anlamaya çalışır.. Ertesi günü çaycıyı görüp, ''Sana baklava getiren olursa ben yine daha yüksek fiyattan alırım.'' diye de tembihler... Ve Yahudi her gün fiyatı artırarak almaya devam eder.. Çaycı da, ''İyi para kazanıyorum'' diyerek baklavaya hiç dokunmadan satar.

Bir ay sonra baklava getirme işi biter. Sultan,''Şu çaycıyı bir ziyaret edeyim''diye düşünür. Padişah yine tebdil-i kıyafetle, çaycının yanına gelir. Çaycıda bir değişiklik olmadığını anlayınca, ''Baklavaları ne yaptın?'' diye sorar. O da, hiçbirini yemeden sattığını söyler. Bu sefer onu kenara çeker ve asıl kimliğini söyleyerek Hazine'den bir miktar altın vermek üzere, saraya davet eder. Çaycı şaşkındır!.. Birlikte Saraya giderler. Sultan, ''Şu küreği al, altına daldır, ne kadar dolarsa hepsi senindir''der. Çaycı heyecanla küreği ters daldırır. Fakat o da ne?! Küreğin üstünde bir altın vardır. Çünkü küreği ters daldırmıştır. Sultan Mahmut Han ''Demek nasibin bu kadarmış''der. Ona yardımcı olmak için başka imkanlar da sunar. Ancak o hiçbir fırsatı değerlendiremeyince, Padişah, o  malum sözünü söyler:

- Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud?

Velhasılı kelam.. Hep çok uğraşıp, didinip bir şeyler yapmaya çalışıyorum kendimce. İnsanlık yararına, insani ve karşılıksız. Bir şeyleri değiştirmek, şartları iyileştirmek adına. Hem kendim hem de diğer insanlar için. olmayınca da o anlık sinirle basıyorum yaygarayı. Tabi ortalık toz duman....

Ama bazen ne yaparsam yapayım o kadar kifayetsiz ve yokmuş gibi oluyor ki sanki hiç olmamış ve dünya benim varlığımdan habersizmişçesine...Eeee, ne diyeyim...

''Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud?..''

YALNIZLIK ÖMÜR BOYU

     Her geçen gün derinleşen yalnızlığımda artık debelenip çırpınmayı bıraktım bekliyorum. Neyi mi? Hayır bir kurtarıcı ya da çözümü değil....