4 Nisan 2023 Salı

YALNIZLIK ÖMÜR BOYU

     Her geçen gün derinleşen yalnızlığımda artık debelenip çırpınmayı bıraktım bekliyorum. Neyi mi? Hayır bir kurtarıcı ya da çözümü değil. Beklediğim şey kafamın içindeki soruların cevapları sadece... Bir çözüm bulmak istiyor muyum mesela yahut devam etmeye gücüm var mı? Haykırışlarımın, çığlıklarımın kocaman devasa bir boşlukta kaybolduğu bir karanlıktayım. Kaybolduğu ifadesi yanlış... Karanlık, soğuk ve ıssız bir boşluğun sevincimi, neşemi, mutluluğumu hatta her şeyden önemlisi ise umudumu yuttuğu işte o karadelik. Ne yapmak istiyorum? Ne işim var benim burada? Nasıl gelmiştim ya da... Asıl önemlisi ise bir kurtarıcı ya da çözü gelse çıkmak istiyor muyum? Yoksa o karadelikten kendi gezegenimi yaparak mı çıkacağım?

    Yenidoğan masum bir bebeğin
dünyaya gelişi sanki çektiğim bu doğum sancısı. Ölesiye yaşama isteği. Ölüm için hayatta kalma mücadelesi. Bir bebek hem bin bir umutla dünyaya gelirken  hem de ana rahminden, en çok güvendiği ve kendini en güvenli hissettiren o huzur dolu mabedinden ayrılmanın verdiği dayanılmaz acının ıstırabıyla, er ya da geç bir gün öleceğini bile bile yaşamak için çırpınırcasına hayata tutunmaya çalışması. Her gün yaşayacağı hayal kırıklıkların rağmen yine de hayal etmekten vazgeçmemesi ve en sonunda kaçınılmaz son. Hayalini bile kurmadığı ölümün soğuk kollarına ruhunu teslim etmesi...

  

5 Şubat 2018 Pazartesi

Yanıyorum Fuat Abi!

''Birini merak ediyor olmak, aşkın ne kadar berrak bir tanımı, değil mi? '' diyordu bir filmde senarist. Ne haklı.

Ah Fuat abi ahh... Yanıyorum Fuat abi.. Yazdığım her şiir o. Neyi, nasıl yapacağımı bilemez oldum... Kuş yürekli birine döndüm. Değil kaybetmekten; onu kırmaktan, üzmekten korkar oldum.

Düşün ki Fuat abi, varlıkla yokluk arasındaki sonsuz belirsizliktesin. O yanmasın diye etrafına çektiğin tahtalar, senin ateşine odun oluyor. Sonra cayır cayır yanıyorsun. Alev alev kül oluyorsun. Sonuçsa koca bir hiç... Bütün varlığınla koca bir hiç olacaksın. Aslında sözün özü: yok olacaksın..


İşte bu Fuat abi. Ve buna aşk diyorlar. Aşk dediysem bakma lafın gelişi. Bu bildiğin insanın kendi sonunu hazırlaması. Anlayacağın bile bile lades.. Bir şarkıda da dediği gibi :

...
İnsan kaç kere tutar
Yandıkça ateşi
Git gide fark etmiyor
Yaranın üçü beşi...


Diyeceğim o ki Fuat abi, benim sonum geldi. Sen yandın zamanında. Şimdi vakit, bizim yanma vaktimizdir. Napıcaksın Fuat abi?

''
....
Sen, yanmazsan,
Ben, yanmazsam,
Biz, yanmazsak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa? ... ''

10 Kasım 2017 Cuma

“Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe”



Zamanında, Doğu irfanının büyük bilgesi Sadî Şirazî, “İnsan nedir?” sorusuna “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe” yani “İnsan üç beş damla kan ve bin bir endîşedir.” şeklinde bir cevap vermiş. Şimdi gel gelelim benim üç beş damla kan ve bin bir endişeme. 
İnsan, insan... derler idi, insan nedir şimdi bildim.. demiş Muhyiddin Abdal. İnsan yaşayınca bazı şeyleri daha iyi anlıyor. İnsan denilen varlık topraktan yapılma, Adem'den olma, Havva'dan doğma, esasen Sadî Şirazi'nin de dediği gibi üç beş damla kan ve bin bir endişeyle dolu olan, alemlerin Rabb'inin yarattığı, yaratılanların en şereflisi (eşref-i mahluk) olan varlık.
Çoğunlukla ihtiras, şehvet, hırs, haset, kibir ile kendini yakıp yıkıp talan eden, geleceğe ve her şeye hükmetmeye çalışırken, içinde bulunduğu, yaşadığı anı kaçıran ve hiçbir zaman yaşadığı ana ait olamayan insan..
Fakat bir şey. Tek bir şey.. Öyle bir şey ki onu bir an için düşünmek dahi insanı bu bütün ihtiras, şehvet ve hırsından vazgeçirir. Ölüm... Bir ipte sallanan bir ölüm.. Bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm... Nazım'ın deyimiyle ipte sallanan, Yahya Kemal'in deyimiyle birçok gidenlerden her birinin memnun olduğu yer...
Ne yazıktır ki benim gül güzelim için artık demir almak günü gelmiş zamandan.. Meçhule de bir gemi kalkacak  bu limandan... Ben onu seven olarak nafile bekleyeceğimi, o siyah ufka ve yolculuğa gözlerim nemli ve elemli... Eyy biçare gönlüm.. Ya sen?
Son günlerde tek hazırlığım sevdiğimin, gül güzelimin, ayağında cennet kokanımın, bu yolculuğa çıkma ihtimalinin yükselmesi ve onu limanda nasıl veda edeceğim. Durdu dünya.. Beynimin içindeki düşüncelere, aklım, kendime hükmedemez, kifayetsiz kalır oldum.. 
Eyy biçare gönlüm... Daldın dünya ihtiraslarına en  büyük nimeti kaçırdın nice zamandır.. Şükretmeyi bilmezken bir de isyan eder oldun... En büyük nimet ne imiş şimdi  bilir oldun... ''Can'' sonra ''Canan''
Can can deyu söylerler idi... Ben can nedir şimdi bildim.. Özür dilerim yaşadığım andan. Özür dilerim gül güzelimden.. Özür dilerim sevgili cananınmdan.. Özür dilerim en büyük nimetim can'ıma verdiğim her türlü işkence ve cefadan. İhtirasımın gözümü kör edip göremediğim her türlü lütuftan.. Özür dilerim her birinizden.. 
Akılsız başa akıl dönülmez akşamın ufkunda geliyor, derbeder ve biçare halde.. Umarım bu son fasıl değildir.. Bilirim ben bir kartalım.. Yalnız başıma uçmam gerek.. Kanatlarım da var, uçarım da .. Bilirim de uçmayı.. Fakat ola ki gül güzelim giderse, ayağının altındaki cennetle beraberinde baharlarımı, cennetimi de götürür.. Ve ben biçare halde hep o siyah ufka bakarım.. 
Velhasılı kelam.. Yolcuysa Abbas, bağlasam durmaz.. Neyleyeyim? Kimseye etmem şikayet  ağlarım ben halime.. 
İşte.. İnsan insan derler idi insan nedir şimdi bildim... İnsan, yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe...

16 Ekim 2017 Pazartesi

''Derdi olan neylesin?''









Bu saatte Nurettin Münir Selçuk dinlemenin verdiği bir halet-i ruhiye olsa gerek insanın içini açıp, sohbet etme, dertleşme isteği... En önemli yolculuklardan biridir insanın kendine ve içine olan yolculuğu.. Çünkü derinlerde kendisinin bile korkudan yüzleşemeyeceği gerçekler vardır...
Hikaye bu ya, Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethettiğinde bir süre orada kalır. Bu sırada kaldığı otağda görevli Mısırlı bir hizmetçi kız vardır ki, Selim Han sabah çıkınca, gelir, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gider… Akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına döner…

Bu kız sultanı görür görmez âşık olur. Lâkin platonik bir aşktır bu!.. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı, diğer tarafta basit bir hizmetçi… Ama gönül ferman dinlemiyor ki… Kızın aşkı dayanılmaz seviyeye ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Padişaha açılmaya karar verir. Yalnız aradaki uçurumu düşününce koca sultanın karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamaz. Düşünür, taşınır ve bir yazıyla ilân-ı aşk etmeyi planlar. Bir not yazarak Selim Hanın yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: 
“Derdi olan neylesin?”
Akşam gelince notu gören Selim Han, bunun, çadırını süpüren hizmetçi kıza ait olduğunu anlar. Dünyayı sallayan sultan, bu kızcağızın temiz sevgisine saygı duyar ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:

“Derdi neyse söylesin.”

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Kız temizlik için çadıra geldiğinde kaparcasına kâğıdı alıp heyecanla okur. Sultanın cevabından cesaretlenir ve kâğıdı çevirip önceki notunun altına şu cümleyi ekler:
“Korkuyorsa neylesin?”

BÖYLESİ BİR AŞK NASIL SÖYLENİR…

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: “Hiç korkmasın söylesin!”
Sabah bu cevabı okuyan kız artık kararını vermiştir! Aşkını o akşam halifeye söyleyecektir. O gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip beklemeye başlar…

Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce kız hemen ayağa kalkar. 

Selim Han “Buyurunuz, sizi dinliyorum” deyince, kız bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle “Efendim…” der. “Köleniz…” ve cümlesini tamamlayamadan “!” diye feryad ederek yığılıp kalır ve ruhunu teslim eder. 

Selim Han da çok hislenmiştir. Gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

- Gerçek aşkı şu kızcağızdan öğrenin.
Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür…
Vuslat bilemem ki hangi rüyalarda,
ayrılıktan şimdi üşür durur eller…

Nedir aşk? Makuliyet mi? Şartların ve standartların denk olması mı? Davulun bile dengi dengine olması gibi. Yaşı yaşına, boyu boyuna huyu huyuna, ailelerin ve maddi anlamda her durumun eş olmasa da denk olması... Hiç sanmıyorum.

Aşk, hem en büyük devrim hem de en büyük yıkımdır. Hem huzur hem de huzursuzluktur. Bütün paradigmalarını, inançlarını, standartlarını ve inanışlarını yıkar insanın. Tozu dumana katar ve her ne varsa yok eder hiç olmamışçasına. Akıl ve akla ait ve makul olan ne varsa artık olmayıverir...

Kafamda hayata, yaşamaya, sevmeye dair her ne varsa, her türlü makuliyeti yıkan o muazzam aşk... Bu yalnız bir kere olabilir insanın hayatında. Bir paradigma bir kere yıkıldıktan sonra, o insanın ufku açıldıktan sonra daha ne o insanı ve fikriyatını alt üst edebilir?...

O yüzden, eğer onu bulduysanız, peşinden koşun onu asla  bırakmayın demeyeceğim kesinlikle. Peşinden koşmak yerine dolu dolu yaşamaya bakın... Sarılmaktan, öpüşmekten bir şeyler yaşamaktan bahsetmiyorum.. Dokunmaya hatta ve hatta gözlerinin içine bakmaya bile kıyamayın gerekirse... Onu uzaktan sevip hep güzel hatırlayın. Biliyorum en zoru budur...   

İnsanız sonuçta .. Bir de birlikte olduğunuzu, bir kere de olsa birbirinize bağırdığınızı ve hatıranızdaki o güzelliğe leke bulaştırdığınızı düşünün.. Ne acı olurdu...

Ezcümle... Halim budur. Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli... Müşkül bir durum lakin kimseye etmem şikayet... Büyük dert.. Şimdi söyle bana:

''Derdi olan neylesin?''


''Vermeyince Mabut, neylesin Sultan Mahmut?''

Uzun zamandır yazmıyordum. Laf olsun diye ya da sırf bir şeyler yazmış olmak için yazmak bana göre değil zira... Eski moda insanım benim. Defter, kalem usulü karalamak daha çok bana göre. Gel gelelim  gecenin 3.30'unda beni yazmaya iten nedene..


Vakti zamanında Osmanlı padişahları, tebdil-i kıyafet yapıp halkın içine girer ve insanlarla konuşup onların dertlerini dinlermiş. Halk onlardan razı mı yoksa şikayetçi mi araştırırlarmış. Mahkeme-i Kübra'da İlahi Adalete hesap verme hassasiyetiyle...

Rivayet budur ya, İkinci Mahmut Han da bir gün böyle tebdil-i kıyafetle saraydan ayrılır. Yolu bir kahvehaneye düşer. Yaşlı çaycıya herkesin ''Tıkandı Baba'' diye hitap ettiğini görür ve bu lakabın nereden geldiğini sorar.

Çaycı, hikayesini şöyle anlatır:
Bir gece rüyamda gürül gürül akan çeşmeler gördüm. Birisi iyi akmıyordu. ''Bu kimin?'' diye sordum, ''Senin'' dediler. ''Mademki bu çeşme benim'' diyerek daha iyi akması için yerden bulduğum bir çubukla açmaya çalıştım. Çubuk kırıldı, su hiç akmaz oldu.. İşte bu rüyamı komşulara anlatınca, adımız ''Tıkandı Baba''ya çıktı...

Sultan Mahmut Han, oradan ayrılırken vezirine, ''Bu adama bir ay boyunca her gün bir tepsi baklava gönderin. Her dilimine de bir altın yerleştirin!'' diye talimat verir..

Ertesi gün baklava gelir. İhtiyar çaycı, ''Baklavayı satayım da üç beş kuruş kazanayım'' diye düşünür. O arada gördüğü bir Yahudi baklavayı rayiç fiyattan daha aşağıya alır.Yerken altınları görür. Yahudi bir şeyler anlamaya çalışır.. Ertesi günü çaycıyı görüp, ''Sana baklava getiren olursa ben yine daha yüksek fiyattan alırım.'' diye de tembihler... Ve Yahudi her gün fiyatı artırarak almaya devam eder.. Çaycı da, ''İyi para kazanıyorum'' diyerek baklavaya hiç dokunmadan satar.

Bir ay sonra baklava getirme işi biter. Sultan,''Şu çaycıyı bir ziyaret edeyim''diye düşünür. Padişah yine tebdil-i kıyafetle, çaycının yanına gelir. Çaycıda bir değişiklik olmadığını anlayınca, ''Baklavaları ne yaptın?'' diye sorar. O da, hiçbirini yemeden sattığını söyler. Bu sefer onu kenara çeker ve asıl kimliğini söyleyerek Hazine'den bir miktar altın vermek üzere, saraya davet eder. Çaycı şaşkındır!.. Birlikte Saraya giderler. Sultan, ''Şu küreği al, altına daldır, ne kadar dolarsa hepsi senindir''der. Çaycı heyecanla küreği ters daldırır. Fakat o da ne?! Küreğin üstünde bir altın vardır. Çünkü küreği ters daldırmıştır. Sultan Mahmut Han ''Demek nasibin bu kadarmış''der. Ona yardımcı olmak için başka imkanlar da sunar. Ancak o hiçbir fırsatı değerlendiremeyince, Padişah, o  malum sözünü söyler:

- Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud?

Velhasılı kelam.. Hep çok uğraşıp, didinip bir şeyler yapmaya çalışıyorum kendimce. İnsanlık yararına, insani ve karşılıksız. Bir şeyleri değiştirmek, şartları iyileştirmek adına. Hem kendim hem de diğer insanlar için. olmayınca da o anlık sinirle basıyorum yaygarayı. Tabi ortalık toz duman....

Ama bazen ne yaparsam yapayım o kadar kifayetsiz ve yokmuş gibi oluyor ki sanki hiç olmamış ve dünya benim varlığımdan habersizmişçesine...Eeee, ne diyeyim...

''Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud?..''

18 Ağustos 2017 Cuma

Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?

  Bir süredir yoktum buralarda. Duyamadım ki özlediğinizi ama ben yine de özlediğinizi düşünmek istiyorum. Zira mareşal gönlüm öyle istiyor! :D
 
  ''Yahu hayır mareşal değil o paşa, paşa'' dediğinizi duyar gibiyim. Teessüf ederim açıkçası. Mareşallik varken, paşa da kimmiş? Paşalık benim gibi mükemmel birinin karizmasını çizer çünkü...

  Şimdi diyeceksiniz ki eee hadi be kardeşim sadede gel laf salatası yapma. Haber ne yine ne oldu söyle, anlat. Tamam ya yazacağım işte aceleniz ne?

  Mesele şu ki : 
 ''Meseleleri mesele etmesek ortada mesele kalmaz.''
 Yani aslında ortada bir mesele yok. Sadece benim mesele ettiklerim, benim meselelerim var. Aslında ben de yokum. Siz beni var görseniz de...
  
  Yeni meselem şu ki, sizlerin, anne babaların korumacılığı... Hatta sizlerden çok dayı ve amcaların korumacılığı... Hangi birisinden dert yakınayım bilemedim açıkçası...

  Sizlerin korumacılığı, biz yeni nesilleri, evlatlarınızı at gözlüklü bireyler haline getiriyor. Oysaki sizlerin asıl vazifesi bizlere at gözlüğü takmak değil, eğer bir görme problemimiz varsa daha iyi görüp analiz etmemizi sağlamak.

  Nasıl mı hemen anlatayım... 
  

11 Ağustos 2017 Cuma

Tutunamayan Stajyerin Güncesi

Hellöğğ,
Ben tutunamayan stajyeriniz. Bu da bitmek bilmeyen maceralarım.

Pardon pardon. stajyeriniz derken? Sizin stajyeriniz. Bi dakika ya siz, kimsiniz? Hoopp, aloo kime diyorum??

Her neyse bu aidiyet bahsini geçelim. Çok önemli değil sonuç olarak bizler hiçbir şeye ait değiliz. Sahip de değiliz. Çünkü ait olmayan sahip olamaz. Hiyerarşideki rütbeler gibi aslında. Personel olmazsa personel müdürü de olamaz.

Gelelim yeni macerama. Yine bir iş adamları toplantısı ve yine tevazu örneği. Gün geçmiyor ki yeni bir şeyle daha karşılaşmayalım. Eee ne yapalım artık. Kaderimiz ise yaşayacağız. Zira müdahale imkanımız çok kısıtlı...

Çocuklarımıza öğrettiğimiz, öğretmeye çalıştığımız şeylerden biridir: Bil ama yapma örneği.
Haydi şimdi bunun iş dünyasındaki haline bakalım.

Sorsan hepsinin iş dünyasına girişteki mottosu aynıdır. Allah açlıkla terbiye etmesin eve helal lokma getirmeyi nasip etsin. Gel gör ki hepsi insanoğlu...

Artık para, makam, mevki hırsı mıdır yoksa fazla para göz çıkarmaz mıdır bilemem. Zira para ne kadar çoğalırsa o kadar paylaşmak zorlaşıyor. Sonuçta komünizm küçük meblalarda olur.

Birbirlerinin yüzlerine karşı o kadar mert o kadar dürüst ve açık sözlüler ki inanamazsınız! Buna şahitlik ederken bir heyecanlandım bir aşka geldim anlatamam. Vay be insanlık ölmemiş dedim.

Şimdi olay şöyle başlıyor. Öncelikle iş adamı olmalı ve güzel parasal koşullara sahip olmalısınız. Ardından böyle camiaya, ortamlara girmelisiniz. Sonrada normalde yüzüne güldüğünüz, yediğinizin içtiğinizin ayrı gitmediği kişiler hakkında bir takım yorumlarda bulunmalısınız.

Ama.... Gel gelelim öyle her yorum olmaz. Tasavvufu hatırlatacak yorumlar olması lazım. Yani ölmeden önce ölün sözünü ona hatırlatacak hatta toprak atma, mezar kapama heves, heyecan ve yarışına girmelisiniz. Aksi takdirde olmaz.

Mesela, efendim o şöyle kaypak bir adamdır böyle onursuzdur falan gibisinden. Ki hakkınızda desinler ki: Vay anasını ne Müslüman adammış! Ne güzel imammış! Ne güzel cenaze namazı kıldırdı öyle...

Bunlara ek olarak bir de sosyal bir insan olmalı ve yeni bir akım başlatmalısınız. Düşüne bir tekme de sen vur. Ayıp olmasın bir toprak da sen at üzülüyor sansınlar falan gibisinden...

Bunları yaptıktan sonra da o kişi hakkını müdafaa için kürsüye çıkıp konuşurken de haklısın kardeşim biz de çok çekiyoruz bunlardan diye tezahürat yapmalısınız.

Velhasıl kelam... Onlar bunları yapıyor ki, camiadaki diğerleri görsün, örnek alsın yapmasın diye.
O kadar da babacan insanlar. Bakın bu iş böyle yapılır bilin, görün ama siz yapmayın diye. Kendilerini feda ediyorlar adeta. Her neyse umarım onların söz ve hallerine tercüman olmuş ve mesajı size iletebilmişimdir.

Kendi mesajıma gelirsek de... Bilinen bir atasözüdür:
Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla. !




YALNIZLIK ÖMÜR BOYU

     Her geçen gün derinleşen yalnızlığımda artık debelenip çırpınmayı bıraktım bekliyorum. Neyi mi? Hayır bir kurtarıcı ya da çözümü değil....